13 Aralık 2011 Salı

mavi SÜRGÜN -1 -2- 3




Müslüm Yücel
Siz yoksa Rum musunuz? 
İstanbul’un görkemli sırtlarında bir konak. Değirmi bir masa, ötede genişçe bir salona uzayan büyük bir koridor. Odanın tavanlarında büyük avizeler, çay bardakları bile kristal, musluklar pirinç. Ziya Gökalp bu evin penceresinden İstanbul’a bakmaktadır. Pencerenin ötesinde masmavi deniz ve yemyeşil ağaçlar olsa bile, Gökalp bunların hiçbirinin farkında değildir. Hatta “kafasına sıktığı” kurşunu bile unutmuştur. Karacadağ’ın eteğine, “birer kartal gibi inen çadırlar” aklından bile geçmemektedir Gökalp’in. O yalnızca bir düşüncedir ve o düşünce deryasında yüzen bir balık gibidir.

Konağın içinde habire dönmektedir. Bir gözü pencere kenarında ise diğer gözü gelecek konuklardadır. Bir ara sıkılır. Değirmi masanın tozlanmış yüzüne bakar uzun uzun. Tertemiz elleriyle Türkiye’nin haritasını çizer. Sonra üfürür. Masanın üzerindeki tozlar beyniyle birleşir. Derken kapı çalınır. Gelenler dostlarıdır. Gökalp etrafına bakar. Bir iç çeker. Yanındaki arkadaşlarına, “Tanzimat’ın neden başarısızlıkla sonuçlandığını” sorar. Kimsenin vereceği bir yanıt yoktur. Suskunluk odanın içine sinmiştir ve Gökalp dokunsa konak yıkılacaktır. Bu sessizliği ancak sorularıyla meydana getiren Gökalp bozacaktır. Sorduğu sorunun yanıtı ise Gökalp’in sözlüğünde kısa ve özdür. Gökalp’e göre Tanzimat’ın yenilgi nedeni, gayrımüslimlere Müslüman gözüyle bakılması ve onların vatandaş statüsünde olmalarında yatmaktadır. Çünkü artık, İttihat ve Terakki’nin sözlüğünde “Türk bir kimlik ya da kültür değil, bir ideolojidir”. Bunu yaymak şarttır. Bunu başarmak için de gerekli olan tek şey, Müslüman olmayanları bertaraf etmektir. Temelde böylesi bir ideoloji kendini halkların ensesinden bırakırken, diğer yandan yapılanmakta olan bu ırkçı tutumu “İslamla” maskeleyecektir. Zaten Gökalp de, “Milli Ülkü” derken “ortak bir bilince dayanan devletten” bahsetmektedir. Bu nasıl olacaktır? Gökalp bunu “Ortak sevgili olmayacağı gibi ortak vatan da olamaz” teziyle daha bir kuvvetlendirecektir. Ama bir sorun vardır. İktisadi yaşam özellikle kentlerde, kısmi de olsa, dinsel azınlıkların elindeydi. İktisadi yaşamı dinsel azınlığın elinden almak içinde milli bir iktisat tezi oluşturmak ve eşrafı Türk adı altında toplamak gerekiyordu. Sonuçta olan oldu. Siyasi olarak egemen olanlar iktisadi yaşama da el attılar. Önceleri direnmeler oldu. Ama daha sonra bu direnmeler de para etmedi. Askeri ve ekonomik olarak güçlü olanlar, azınlıklara boyuna yöneldiler. Osmanlı’yı yok eden, “hasta” konumuna düşüren hem dinsel hem de kültürel azınlıklardı. Anadolu’nun Türkleşmesi için de gerekli olan bunların tasfiyesiydi! Kürtler için sehpalar kuruldu. Ermeniler soykırıma uğradı. Rumlar göçetmeye başladı.
Ülkenin bütün gözelerinde kırlangıç mevsimi...
Derken, azınlıkların tasfiyesi için pilot bölge olarak çimeni, çiçeği ve deniziyle ünlü olan zeytin bölgesi Ege seçildi ve ilk tasfiye edilecek halk Rumlar oldu. Rumlar yanık ezgileriyle, kendilerini ilgililendiren bu kararlardan habersizlerdi. Ama Nurdoğan Taçalan’ın belirtiği gibi buyruk kesindi, emir büyük yerdendi ve “İttihat ve Teraki kesin kararını vermişti. Rumlar, siyasi ve iktisadi yönden alınacak tedbirlerle tasfiye edilecekti. Her şeyden önce iktisadi yönden güçlenmiş Rumları çökertmek, yıkmak gerekiyordu”. (Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, İstanbul, 1970, s. 65.) Ege, kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin en erken Türkleşmeye ihtiyaç duyulan bölgesiydi. Daha 1. Dünya Savaşı patlak vermemişti. Ege’yi “temizleme” İttihat ve Terakki’nin gündemini korurken, bu temizleme işi, yüksek rütbeli askerlere veriliyordu.
Kimlerdi bunlar ve ne yapacaklardı?
Ne yapacakları belliydi. Rumları yerlerinden edecekler. “Kimlerdi bunlar?” sorusu ise epey kabarık. Ege’yi temizleme, Ege’yi Türkleştirme görevi ordudan Pertev Paşa’nın komutasındaki Dördüncü Kolordu’nun Erkanı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey, İzmir Valisi Rahmi Bey, İttihat ve Teraki’den Mahmut Celal’e (Celal Bayar) verilir. Ordu yayılınca, ordunun yayılmasından güç alan çeteler, Rum köylerine baskınlar düzenlerler. Köyler yakılıp, hayvanlar öldürülür. Eli silah tutan Rum gençleri ise, toplanıp yol ve orman işlerinde çalıştırılmaya başlanır. Artık ne yapacağını şaşıran Rumlar, dünyanın ortasında sahipsiz ve silahsız kalmışlardır. Tarlaları vardır ama süremezler. Altınları var ama harcıyamıyorlar. Ekmekleri var ama yiyemiyorlar. Evleri var ama oturamıyorlar. 1916-18 yılları Rumların tarih defterine ölüm ve açlık olarak geçer. Aynı tarihte bu iki felakete sürgün de eklenir. Ayvalık tamamıyla Rumlardan alınır. 12- 80 yaş arası Rumlar özyurtlarından koparılarak Anadolu içlerine sürülür. Amaç aslında onları denize atmaktır ama, içe doğru sürmek bir yerde vicdan azabından kurtulmaktır. Bu tarihlerde bir milyona yakın Rum, toprağından koparılmıştır. Yunan Başbakanı Venizelos, Paris Barış Konferansı’nda 3 milyon Rum’un toprağından koparıldığını ve yaklaşık 450 bin Rum’un ise Yunanistan’a sığındığını iddia eder. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, İstanbul, 1986. s. 1138 vs.) Aslında sayılar daha fazladır. Ama ağızdan çıkan bu kadardır. Sözgelimi Celal Bayar “Gayrıtürk yığınlarının tasfiyesi”nin sadece İzmir ve çevresinde 130 bin olduğunu söyler.
Sayıların ne önemi var oysa. Bir kişinin ölümüyle, eğer bir insan ölmüyorsa ve yine bir kişinin ölüm acısını milyonlar hissetmiyorsa insanlık nerdedir sorusu kaçınılmaz kılar kendini. Geçmiş geçti. Peki ya bugün? Bugün Rumlar neredeler? Ne yapıyorlar? Türkiye’de kalan Rumların yerleşim yerlerine ne oldu? Rumlar, çocuklarına istedikleri ismi verebiliyorlar mı? Köyleri yine Rumca mı? Adetlerinden geriye ne kaldı? Bu soruların yanıtını almak için Ege’ye iniyoruz. Taş yorgunu saatlerin soğuk tiktaklarına.
İlk durağımız Gündoğan
Ege’nin her karış toprağının altında, Rum izi var ama Ege’nin hiçbir yerinde Rum yok. Kimse “ben Rum’um” demiyor. Rum musunuz sorusundan Rumlar öyle korkuyorlar ki, hemen tedirginliklerini belli edip, “yok be biz Türküz” deyip, hemen “Müslüman” olduklarını söylüyorlar. Onlar için Rum olmak bir yerde Türk-Yunan dostluğuna darbe vurmakla eşanlamlı. Türk olmaksa kardeşliği istemek. Ege’de ilk durağımız şimdiki adı Gündoğan olan ve orta büyüklükte bir belediye işlevine sahip Farilya köyü. Farilya eskiden her haliyle bir Rum köyü. Şimdi ise Rum’un esamesi bile okunmuyor. 250 hanelik Rum köyü şimdi 3 bin hanelik bir Türk ilçesi. İlçenin eski Belediye Başkanı Hasan Yılankaya bu durumu bildiğinden Gündoğan’ın eski adı olan Farilya’yı Belediye’nin önünden geçen caddeye vermiş. Şimdi Farilya caddesinden Türkler ve toprağından koparılmış, göç etmiş Kürtler geçiyorlar. Farilya hakkında en sağlıklı bilgilere Belediye Başkanı Hasan Yılankaya sahip. Yılankaya eskiden süngercilik yapıyormuş. Sonra vurgun yemiş. İki ayağı sakatlanmış. Şimdi ona destek olan iki koltuk değneği ile yaşamını sürdürüyor. Kendi yaşamını severek anlatan Yılankaya, Rumlarla olan dostluklarını oldukça mizahi bir şekilde dile getiriyor. Farilya’nın eski Rum köyü olduğunu ve bu köy hakında neler bildiğini sorduğumuz Yılankaya gülümseyip, “Belki bende de Rumluk var” diyor. Yılankaya bundan sonrasını da şöyle anlatıyor: “Burası eski bir Rum köyü ama şimdi burda Rum yok. Buranın eski adı Farilya. 1960’ta Gündoğan olmuş. Gündoğan’da 90 yıl önce Rumlar yaşarmış. Şimdi Rumların izi var kendileri yok. Önceleri buraya yaşlılar gelip ata topraklarını ziyaret ederlerdi. Torunları gelmiyor. Rumlar’ın burada bir kilisesi var. Kilise Apastol Adası’nda. Bu adanın şimdiki adı Tavşanlı. Kilise ise kısmen yıkılmış. Rum ismi olduğu için burdaki birçok şeyin adını değiştirdiler. Anlamı yok. Ben bir caddeye Farilya adını verdim. Bodrum’un yerel türküleri TRT’de halen çalınmıyor. Nedeni Rum kültürünü çağrıştırıyorlarmış. Şimdi her şey çarpık yapılanıyor. Evler nizamsız. Nerede o babalarımızın anlatığı ve halen yıkılmayan Rum ustalarının yaptığı evler.”Yalıkavak
Farilya’dan çıkıp Yalıkavak’a geliyoruz. Yalıkavak da eski bir Rum yerleşmesi ama burada da Rum yok. Yalnızca Rumların ayak izleri var eski kalıntılarda. Zaman içinde Türkler buraya da kendi mühürlerini basmışlar. Rum olan her şey Türkleştirilmiş. Yalıkavak’ın Türkleşmesine ve Türklükle paralel islamlaşmasına işaret, tipik bir yapı hemen kendini gösteriyor: Yalıkavak Camii. Cami’nin ilginç bir yerleşme desenini var. Altı belediye üstü cami olan bu bina, hem zikri hem de ticareti beraber götürüyor. Bundan sonra Turgut Reis’e geliyoruz. Yıkılmış evlerin önünde Kadıkalesi duruyor. Masmavi deniz ve çimen yeşili öyle bir dolanmış ki birbirine anlatılamaz. Kadıkalesi’nin önünde çanı susturulmuş, tabanı çökmüş ve duvarlarında abuk subuk yazılarıyla bir kilise. Yan tarafta Armonia SHOWPA’nın pazarladığı villalar. Villalarda işçi olarak Kürtler çalışıyor. Rum izlerini sürmeye devam ediyoruz. Mandıra köyüne geliyoruz. Köyde bomboş evlerin arasında dolaşırken birden bir adam yanımıza geliyor. Adının Mehmet Önal olduğunu öğrendiğimiz bu adam 75 yaşında. Köyle ilgili bilgileri ondan alıyoruz. Mandra köyü 10 hane, köy git gide azalıyor. Mehmet Önal’a Rum olup olmadığını soruyoruz, “Yok” diyor ve sonra, “bizde Rumluk ne arar”la sözlerini tamamlıyor. Köyden çıkarken yanımızdaki arkadaşlar, “Deli misin, sen niye Rum musun diyorsun adama? Bu onlara hakaret gibidir” diyor. Bir şey anlamıyoruz. Aslında çok şey kendini dile getiriyor.

Mavi Sürgün - 2 ................................ Müslüm Yücel
Herkes Türkçe konuşuyor, evler Rumca 
Akbük Didim’e bağlı eski bir Rum köyü. Ama Rumlar bu köyden göç ederken buraya ayrı bir halkın ezik insanları getirildi: Kürtler. Nerden mi geldiler? Elbetteki günlerce dereleri kan akan Zilan’dan. Serhat illerinin en güzellerinden olan Van’da, denklerini bir gece yarısı birleştirip, süngülerin gölgesinden, kendi topraklarından koparılarak sökün edildiler.
Rumlarsa bu toprakları 1922’de terk ettiler. Aynı tarihlerde buraya Kürtler yerleştirildi. Kürtler bu göç sırasında 20 aile olarak Akbük’e yerleştirildiler. Şimdi bu köyde ne Rumlar ne de Kürtler yaşıyor, yalnızca Türkler var. Herkes Türk burada. Peki ama şimdi Zilan’dan Akbük’e sürgün getirilen Kürtler ne yapıyorlar? Siyasi olarak nerede duruyorlar? Geçimleri ne ile? Bu soruların yanıtlarını almak için Akbük’e iniyoruz. Akbük’ü görmeden burası kafamızda mütevazi bir köy gibi beliriyor. Sonra Akbük tabelasının yanında başlayan villalar burasının bir köyden çok bir ilçe olduğunu ispatlıyor. Her şey 1990’dan sonra olmuş. Sanayi geniş kollarını Akbük’e açmış, eskiden zeytin ağaçlarıyla ünlü Akbük şimdi villalar diyarı oluvermiş. Akbük’ün Belediye Başkanı Halil İbrahim Şam, Zilan’dan sürgün gelenlerden biri. Eskiden muhtar iken, şimdi DYP’den Belediye Başkanı. Akbük’te yaşlılar Kürtçe biliyor, gençler ise Türkçe konuşuyor. Yönetim Kürtlerin elinde, ama bu Kürtler Kürtlüklerine çok meraklı değiller. Hatta her konuda konuşma merakları yüzlerine vuran Akbükler, Kürtlük bahsini bile açmak istemiyorlar. Bu yüzden Akbük’le ilgili ilk bilgileri, Muş Malazgirt’ten 1991’den bu yana mevsimlik işçi olarak gelen Hasan Kaya’dan alıyoruz. Kaya, Akbük’e Zilan’dan sürgün gelenlerin bugün yönetime sahip olduklarını belirterek, çoğunun burjuva partilere oy verdiklerini söylüyor. Kaya konuşmasının devamında, Zilan’dan sürgün gelen ve şimdi artık Akbüklü olan bu Kürtlerin kendi aralarında zaman zaman ana dillerini konuştuklarına dikkat çekiyor.
Parsellenmiş durumda
Akbük’te yaşlılar Kürtçe’yi ayakta tutan birer çınar gibiler, ama kendilerinden başka kimseye gölgelerini bile veremiyorlar. Genelde birbirlerinden kız alıp veren Akbüklülerin dışarıya kız alıp verdikleri de oluyor. Öte yandan Akbük 10 yıldır sürekli büyüyor. Şimdilerde 10 binin üzerinde nüfusu bünyesinde barındıran Akbük’ün sosyal coğrafyası parsellenmiş durumda. Denize yakın yerlerde yabancılar oturuyor. Yabancı dediklerimiz Ankara, Adana vb. yerlerden gelenler. Akbüklü Kürtler Turizmle ilgileniyor. Arsalar ateş pahası ve arsaların metresikaresi 5 milyona kadar gidiyor. Ama bu arsalardan Akbüklü Zilan sürgünleri faydalanamıyorlar. Çünkü, önceleri zeytinlik olan bu arsaları Akbüklüler kibrit fiyatına satmışlar. Müteahhitler ise, buralara asker gibi villa diziyorlar. Kürt illerinden gelen gençler bu inşaatlarda “ucuz işgücü olarak” çalışıyorlar. Zilan’dan sürgün edilenlerin torunları ise, bu inşaatlarda çalışanlara “Kürtler” diyorlar.
Ege’de Rum izlerini sürmeye devam edelim.
Kayaköy Muğla’nın Fethiye ilçesinin yaklaşık 15 km doğusunda. Köy sırtını dağlara vermiş ve dağlar nefesini sahillere vuran deniz dalgalarından alıyor. Tatlı dağ suları ovaları kuşatırken, buğday başakları boy boy yükseliyor. Şimdi harabe olan burası, Cumhuriyet’ten önce önemli bir ticaret merkezi konumundaymış. Türk ve Yunanlıların merkezi Kayaköy göçten önce 3 bin nüfusa sahip, bugün ise 3 bin nüfusun yaşadığı bu evler bomboş; kiliseler çökmüş, yıkılmış ve İsa’nın çarmıha gerilmiş resmi adeta, bir daha “gelin beni indirin bu çarmıhtan” diyor. Yarısı göçmüş ama temelden ayakta kalan Kayaköy evlerinin arasında gezerken birden bir yılan soğuğu insanın derisinden boşalıyor. Kayaköy’e yazın turistler akın ediyorlar. Türklerde burada seyyar ya da ötede kalıcı olmak suretiyle lokantalar yapmışlar. Kayaköy’ü ziyaret edenlere Türk yemekleri satılıyor. Kayaköy’ün eski adı Karmilesos. Eski vesikalara bakıldığı zaman bu köy bir ticaret merkezi olmaktan öte bir kültür merkezi. Öyle ki Muğla’nın ilk gazetesini Kayaköy’ün asıl sakini Rumlar çıkarmışlar. Makri adıyla yayımlanan bu gazete 1922’de Rumların burayı terk etmesiyle doğal olarak yayın hayatına da son vermiş. Öte yandan köy olmasına rağmen dönemin en önemli eczaneleri buradaymış. Bu eczanelerde hazır ilaçlar bir yandan satılırken, diğer yandan halk hekimlerinin yaptığı ilaçlar epey rağbet görüyormuş. Bir ara Kayaköy, Fikri Sağlar Kültür Bakanı iken, restore edilerek, sanatçılara bedava verilmek istenmiş ama bu karar çıkmadan sümen altı edilmiş. Kayaköy’de şimdi in cin top oyunuyor. 3 bin nüfuslu köy ıssızlıkla konuşuyor. İnsanlar konuşmasa ve kimsecikler burada olmasa da yüzyıllardır ayakta kalmayı başarmış Kayaköy’deki evler, daha nice yüzyıllara gebe olduklarını söylüyorlar adeta. İnsanlar olmasa da, evler çok şey anlatıyor. Kayaköy denilince yutkunmayan ise yok gibi. Fethiye eski Belediye Başkanı Özer Olgun eski adıyla Levissı, Kayaköy’ün bugünkü haline bakıpta derin acıları içinde barındıran yüzlerce insandan sadece biri. Kendisi konuşurken, sanki taşlar ve yıkılmış evler duyacakmışcasına birden canlanıyor ve anlatmaya başlıyor: “Burdaki üzüm, incir, zeytin hiçbir yerde yoktu. Şaraplar da öyleydi. Zeytinyağı da. El sanatları ve ticaretin tamamını Rumlar yapıyor, Türklerin yaptığı tarımsal ürünlerin pazarlanması oluyordu. Her şey güzelmiş. Üç bin konutun yaklaşık 20 tanesi tapulu olduğundan hemen hemen diğerleri hazine malı. Tapulu olan yirmi eve Trakya’dan getirilenler yerleştirildi. Onlar da zamanla şehre göç ettiler. Şimdi iki üç ev var yok. Tarihi Kayaköy’ün detaylı bir harita ve planlama çalışması bile yapılmamış bugüne dek. Bir ara Kayaköyü’nü “Barış ve Dostluk” adı altında restore etmek istedik, bunun tanıtımı için kampanya başlattık ama kampanya yarıda kaldı. Olmadı. Şu haliyle Kayaköy ölü bir kenti andırıyor. 1993’de düzenlediğimiz 5. Çocuk ve Kültür Şenliği’ne rahmetli Aziz Nesin de gelmişti. Rahmetli köyü görünce şok olmuş, ‘Dehşet! Bu köyün etrafını çevirin; giriş çıkışları yasaklayın, bu utanç tablosunu kimseler görmesin daha iyi’ demişti. Nesin’e katılmamak elde değil.”
Soluğu Muğla’da alıyoruz
Kayaköy’den çıkarken insanların neden yurtlarından koparıldıkları sorusu kendini kaçınılmaz olarak dayatıyor. Sorular kendilerini, çıkmaz sokakların daralmış çeperlerine vurup geri dönerlerken, soluğu Muğla’da alıyoruz.
Muğla’da Rum evlerinin arasında dolaşıyoruz. Zaten evler olmasa bir zamanlar buraların Rum meskeni olduğunu ispatlamak mümkün olmayacak. Öyleki Muğla’da herkes Türkçe konuşuyor, evler ise Rumca. Muğla ve bölgesi büyük göçler yaşamış. Göç edenlerin sayısı belli değil. Göç yıllarını yani 1919’u hatırlayan hemen hemen yok gibi. Yaşlılar konuşmayı sevmiyor. Göçü bilenlerse babalarından dinlemişler. Muğla’dan en büyük göç Atatürk’ün Samsun’a çıkmasından dört ay sonra yaşanmış. Ağustos 1919’da başlayan göçte önce kırkar kişilik gruplarla erkeklere sürülme emri gelmiş. Daha sonra 18 yaşından büyük olanlar ve bunu 15 yaşından büyük olanlar izlemiş. Muğla’da artık yalnız çocuklar ve kadınlar kalmış. Erkeklerin bir kısmı Erzurum’a sürülürken, diğer bir kısmı da Malatya’ya sürülmüşler. Erkekler bu illerde ağır ve zor işlerde çalıştırılıp, ölüm günlerini sürgün ve zulümle yaşarlarken, kadınlar çaresiz ve perişandır. Muğla’nın her metrekaresinde jandarma gezmektedir. Jandarma evleri keyfi basmakta, istediği şeyi istediği şekilde yapmaktadır. Diğer yandan hastalık ve açlık meydanlarda kol gezmektedir. Aradan üç yıl geçer. Bir akşamüstü Jandarma Rum evlerine dipçikle dayanır. Kadınların, çocukların topraklarından koparılması emri gelmiştir. Onlar da bu toprakları terk edeceklerdir. Kadınlar ve yaşlılar denklerini birleştirirler. Üç gün içinde Marmaris’e gideceklerdir. Oradan da Yunanistan’a. O günleri yaşamayan, fakat bu konuda yaşayanlarla ilgili önemli çalışmaları olan Ertuğrul Aladağ Hacı Stefanu’nun hatıralarına dayanarak, bu göçlerle ilgili şu bilgileri veriyor: “Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar gidebilmişler. Gidenler yanlarına yalnızca basit giyeceklerini alabilmişler. Para ve ziynet eşyaların yanlarına alamamışlar. Yasak. Mallar ve diğer eşyalar Türklere yok pahasına satılmış. Andonia Hacı Stefanu’nun hatıralarından bildiğim kadarıyla kadınlar ve yaşlılar jandarma nezaretinde Marmaris’e götürülmüşler. Genç ve güzel kızlara kirli, yırtık pırtık elbiseler giydirmişler. Kızların yüzlerini ise siyaha boyamışlar, böylece kızları Türkler açısından çekici olmaktan kurtarmışlar.”
Erkeklere ne oldu?
Kadınlar bir biçimde Yunanistan’a gidip canlarını kurtarırken, erkeklere ne oldu? Bu soruyu da Aladağ yanıtlıyor: “Erzurum ve benzer illere sürülenler tam burda uzun yıllar kaldılar. Parası olan araya yüksek rütbeli askerleri koyarak Yunanistan’a geçebilmeyi başarırken, kimisi bu sürgün edilen yerlerde kaldı. Evlenenler bile varmış. Kimisi de Erzurum’dan civar illere dağılmış. Kimisi de ölmüş.”
Ege’de göç kaç defa yaşandı? İstatistikler Ege’den Yunanistan’a toplam üç defa göç yaşandığını belgeliyorlar. İlki 1919, ikincisi 1922 ve son göç 1923’te olmuş. Lozan Antlaşması’yla Türkiye’deki Ortadoks Hıristiyanlar ile Yunanistan’daki Müslümanlar değiş tokuş edilirler. Bu arada 2 milyona yakın Rum Yunanistan’a göç etti. Böylelikle, başta Ege olmak üzere Karadeniz ve orta Anadolu’nun birçok köy ve kasabası boşaltıldı. Buralara ya Bulgaristan’dan gelenler yerleştirildi ya da Kürt illerinden sürgün edilenler getirildi.
Bu göçlerin fikir babaları kimlerdi? Ege’deki Rum izlerini takip süresince hep İttihat ve Terakki’den dem vurduk. Doğrudur. Ama İttihatçılar hükmü ortadan kalkınca, yani ikinci ve özellikle üçüncü göçlerde Alman subaylarının rolü çok fazla. Konuyla ilgili olarak Ertuğrul Aladağ yaşanan göçlerin altında Alman subaylarının etkin olduğunu vurgulayarak, “Almanların 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudilere uyguladığı politikaların aynısı, farklı biçimlerle Alman subaylarının akıl hocalığıyla Rumlara uygulandı. Zaten Lozan öncesinde Türkiye’yi yönetmeye hazırlananların akıl hocalığını Almanlar yapıyordu” diyor.



Mavi Sürgün - 3 ................................ Müslüm Yücel
Egeli Dersim sürgünleri 
Kürtler Ege’ye yabancı değiller. İskan kanunları çıktıktan sonra Kürtlerin ilk geldiği yerlerin başında Ege geldi ve Ege ile Kürtler artık birbirinden kopmaz bağlar kurmuş durumda. Kürt illerinden hiçbirini görmeden, “Ben Mardinli’yim, Ağrılı’yım” diyen yüzlerce Kürt’e rastladım. Ancak peşinde olduğum yeni değil, eski sürgünler. Bu yüzden eskileri dinleyerek yenileri, yenileri dinleyerek de eskileri anlamaya çalıştım. Sözgelimi eski ile yeni arasında garip bir tarihsellik var. Eskilerin anıları, yenilerin duygu dünyalarını geliştirirken, yeniler tarihsel ve sosyal olarak eskilere farklı bir siyasi tarihi sunuyorlar.
Ali Aslan Dersim sürgünü, torunu ise Hıdır İzmir’de doğmuş. Dede torununa çocuk yaşta nasıl Dersim’den Ege’ye sürüldüklerini anlatırken, torun görmediği Dersim için konuşurken “inanılmaz” kelimesini kullanıyor. Hıdır’ı deştiğim zaman Dersim’den çok İzmir’i görüyorum, ancak Hıdır’ın gözaltına girmiş çıkmışlığı, politik olarak keskinliği bunu görmemizi engelliyor. Bunun yanında bütün yaşantısının, siyasal kültürünün derdesinin anlatıkları olduğunu anlamak da pek zor değil. Kuşak çatışmasının değişik bir boyutu belki de eski ile yeni. Öyleki Hıdır çok konuşurken, Ali Aslan oldukça fazla susuyor. Fakat konuştuğu tek bir kelime bile bizi susturmaya yetiyor. Şöyle konuşuyor Ali Aslan: “Biz ilk burulara gelirken, sırtımızda elbise yoktu. Trenle getirildik. Gece olduğu zaman korkardık. Sürekli başımızda jandarma olurdu ve biz jandarmanın izni olmadan dışarı çıkamazdık. Dersim’de biz küçücük köylerimizde onlarca cesetin arasından evlerimizin yolunu şaşırdık. 81 yaşındayım. Onca zaman geçti. Tekrar köye gitmeye cesaret edemedim. Çünkü yıllardır o anları hâlâ unutamadım. Sonra evlendim. İlk oğlumu eşim uyuturken bile, uyu uyu asker gelecek diye uyutuyordu. Siz ne diyorsunuz... Ben genç bir dilekanlıydım. 19 yaşındaydım. Yeni evlenmiştim.”
Türküler birer sığınak
Dersim sürgünlerinin Ege’de ilk geldikleri yerlerin başında Helvacı Köyü gelir. Kürtler 38 sürgününde buraya gelmişler. Bunu öğrenir öğrenmez içimde garip bir titreme başlıyor. Hafif başağrısı, kendini mideye vuruyor. Karahasan Dağları’nın dumanlı başı Ege’nin yosun kokan kıyılarını yalıyor. Helvacı’ya gece varıyoruz ve köyde bir düğün var. “Le berxe, berxamın” parçası çalınıyor; araya Türkçe türküler giriyor ve gece ilerledikçe Türkülerin birer sığınak olduğunu ve sığınakta dilek ve temenilerin en sesli bir şekilde dile geldiğini anlayorum. Kazım Kebi köyün 13 bin haneli olduğunu ve bu köyde koşulların iyi olduğunu söylüyor. Kebi, “Koşullarımız iyi. Geleneklerimizi yaşatmaya çalışıyoruz. Zaman içinde buraya Bingöl ve Elazığ’dan gelenler de oldu. Hepimiz kaynaşıp yaşıyoruz. Alevi- sünni ayrımı da yok. Birbirimizden kız alıp veriyoruz. Yaşlılarımızda hâlâ o günlerin, 38’deki korku var. Ben kendi anadilimi biliyordum. Ancak çocuğum bilmiyor. Çocuklarımızın adını daha önceleri Deniz, Mahir, Sinan koyarken, son süreçte Sidar, Baran, Berf isimleri hiç de az değil. Köyde Avrupa’ya gidenlerin sayısı çok fazla. Tabii bunların gitmeleri maddi olarak iyi. Diğer yandan Avrupa’ya gidenler burada ulusal anlamda kimliklerine daha fazla sahip çıkıyorlar. Avrupa’daki birlikte hareket etme düşüncesi, doğal olarak burayı da etkiliyor” diyor. Kebi bu bilgileri verdikten sonra köyün yaşlısı, her dönemde başı ağrılardan kurtulmayan 71 yaşındaki Ali Bircan’ı bulmaya çalışıyoruz. Oturacak yer yok ve oldukça da karalık. Ay ışığının paralel düşeceği saman yığınlarının yanına gidip oturuyoruz ve Ali Bircan ile sohbet etmeye çalışıyoruz. Ancak Bircan hiç konuşmuyor. Ne İbrahim Kaypakaya’yı anlatıyor, ne de babasının vurulduğu Xormik Köyü’nü anlatıyor. Yetim büyümenin bütün ağrıları yüzündeki çizgilerde görünüyor ve her çizginin soracak bir hesabı varmış gibi bıyık altından tatlı gülümsemesini ihmal etmiyor. Susuyor ve gülümsüyor. Aklına gelmiyor belki ama küçük çocuklar bile bıyıklarının tek tek çekildiğini anlatıyor. Aklıma başka bir soru geliyor ama soramıyorum. Sorular çıkmaz bir sokağa dönüyor. Ali Yaran konuşuyor bu sefer, 38’den sonraki suskunluğun nedenlerini anlatıyor. Tek kelime konuşuyor Yaran: “Acı.” diyor ve ardından o da susuyor. Suskunluk almış başını gidiyor. 38’den sonra Dersim’de kalanlara ne oldu peki? Bu sorunun cevabını ise rüzgâr kulaklarıma fısıldıyor. Küçük çocuklar kimi zaman babalarının rızası ile, kimi zaman da rızanın çok dışına çıkılarak alınıyor ve alınan bu çocuklar yatılı bölge okullarında okutuluyor. Okuyan bu çocuklar doğal olarak asimilasyonun çarkları arasında unufak oluyor ve yıllar sonra bu çocuklar evlendikleri zaman kuşkusuz adları Kemal oluyor, kuşkusuz Mustafa... Kız olsa bile İsmet adının yaygınlaşması tesadüfü yıkan gerçek oluyor.
“Nasılsın Kürdoğlu”
Ege’de zaman dipnotlarla geçer. Parağrafları dipnotlardan çıkartarak Aşık Veysel gibi “gündüz gece” gidiyorum. İlk durağımız Obaemir. Gençlik Kırathanesi’nin sahibi Zeki Şenses İsmet Sezgin Sokağı’nın yanından akan kanalizasyon sularını gösteriyor. Ardından “mahallenin pislik ve çamur içinde kaldığını” söylüyor. Bir süre konuştuktan sonra İsmet Sezgin’in kanalizasyonu kapatma sözü verdiğini, ancak kapatmadığını sözlerine ekliyor. Hatta DTP kurulduğu zaman Obaemir’e gelen Sezgin, Mehmet Baltacı’ya, “Nasılsın Kürdoğlu” deyip sarılıyor. Baltacı, “Sezgin benim Kürt olduğumu nerden biliyor?” diye soruyor. İçimden kandır çeker, demek geliyor ama Sezgin’in 38 sürgünü olup olmadığından daha emin değilim.
Çine deyip iki nokta üstüste koyuyorum. Havada geceleri soğuk, yaktığım sigaranın yarısını rüzgâr içiyor. Cafer Zengin (50) dedesinin Çine’ye bağlı Gökyaka Köyü’ne geldiklerini anlatıyor. Şimdi Madranspor Kulübü Başkanı olan Zengin’e herkes Kürt Cafer diyor. Babasının ve dedesinin doğum yeri olan Çemişgezek’i çocuklarının bilmediğini söylüyor Zengin, artık Kürtlerin değiştiğini de sözlerine ekliyor. Zengin, “Kürtler yozlaştı. Eskiden Kürt Kürt’le evlenirdi. şimdi öyle değil. Dil de unutuldu. Bizim bütün 38’liler bir kuşak Çine Belediyesi’nde çalıştı. Çünkü her işe koşmuşlar ilk zamanlarda” diyor. Cafer’le konuşurken babası Hıdır Zengin geliyor. Aradığım adam bu diyorum kendi içimden. Gerçekten de öyle oluyor. Ve artık tümüyle Dersim’in içine giriyorum. Hıdır Zengin 73 yaşında, Gökyaka’ya geldiklerinde 14 yaşındaymış. Karabelli aşiretine mensup olduğunu söylüyor ve ardından, “orda” diyor, “orda kırılan kırılana...”
4 ekmek, 1 kilo helva
Masal bu ya. Bugünkü çocuklar, o günleri birer masal gibi dinliyor. Zengin, “Orda kırılan kırılana. Tuttuklarını trenle gönderdiler. Asker geldi. Köyleri yaktılar. İnsanları evlerin içine koydular, evleri ateşe verdiler” diyor ve ardından Ege’ye nasıl geldiklerini anlatıyor: “İlk geldiğimde dil bilmiyordum. Dersimce konuşuyordum. Sıkıntım büyüktü. Babam önceden gelmişti. Daha sonra babam dilekçe yazmıştı, ‘ya beni de götürün, ya da çocuklarım da gelsin’ diye. Ben 1942’de jandarma ile geldim. Beni Aydın’a teslim ettiler. Yol 4 gün mü desem, 3 gün mü desem bilmiyorum. Aydın’dan sonra Çine’ye getirdiler. Çine’ye gelirken 4 ekmek, 1 kilo helva verdiler.” Hıdır Zengin 38 İsyanı’nı bütün yönleriyle yaşamış ve yaşadıklarının hiçbirini de unutmamış. Harman yerine insanların toplatıldıklarını ve burada hiç gözlerini kırpmadan insanlara ateş edildiğini yutkunarak anlatıyor. Siyasi olarak bugün DYP’li olduğunu, ancak bunun temelinde de Adnan Menderes olduğunu söylüyor Hıdır Zengin. Babası Hüseyin’in nasıl geldiğini de anlatan Zengin; “Babamlar trenlere bindirilmişler. İnsanlar vagonlar içinde vıcık vıcık. Yolda zeytin veriyorlar. Babam zeytinleri atıyor. Çünkü zeytinlerin kendilerini zehirlemek üzere verildiğini düşünüyor. Babamla birlikte o zaman 25- 30 hane gelmişler. 62 senedir buradayız. Nüfus kağıdımda hâlâ Çemişgezek yazılı. Çocuklarımın nüfusunda ise Gökyaka yazılı” diyor. Bugüne kadar iki defa Dersim’e gittiğini de sözlerine ekleyen Zengin; “İmkanım olsa şimdi yine giderim. Yaşamak orda güzel. Burada doktora gidiyoruz, yağ yeme, diyor. Orda her şey başka” diye sözlerini tamamlıyor. Başından beri aklımda olan İsmet Sezgin’i soruyorum Hıdır amcaya, hemen cevap veriyor; “O Erzincan kökenli, bizimle birlikte sürgün edilenlerden” diyor ve hemen meseleyi kapatıyor. Nede olsa eski partidaş.
Huşulu İbrahim Bey’in kızı
Her ayrılık bir soru işareti. Seyid Rıza’nın asılmadan önce, “Evladı kerbelayız, be hatayız” sözleri aklıma geliyor ve içimden Seyid Rıza’ya “Seyidim kime sesleniyorsun” demek geliyor; ama olmuyor. Çarsancak beylerinden Huşulu İbrahim Bey’in kızı 90 yaşındaki Zahide Bulut yolumu kesiyor. Zahide ile sonra görüşeceğiz, ilk bilgileri oğlu Güney’den alıyoruz. Güney, “Babamın adı Bayram. Dersim’de subaylık yapıyor. Karakol komutanı, Peri’de. Annemi görüyor. Sonra da kaymakamın, savcının zoruyla annemi alıyor” diye konuşuyor. Bu kadar bilgi bile yeterli ama Zahide’yi görmemek olmaz. Güney “aramız yok, siz bekleyin” diyor ama bekleyecek zamanımız yok. Güney uyarıyor: “Mizacı taştır annemin. Yüzünde iki şark çıbanı var.” Bu bizi korkutuyor, ama plan üstüne plan yapıyoruz. Gazetemizin ileri gelenleri İzmir’e gelmiş, Kazım İzmir’e dönmek istiyor. Fotoğraf lazım. Ne yapmalı? Akşam kaldığımız ev Ali Rıza Temur’un. Rıza ağabeyin eşi Zerrin hanımı yanımıza alıp, gitmeyi kafamıza koyuyoruz. Zerrin hanım Allah vergisi dünya tatlılığını kullanarak, bizi Zahide hanımın yanına götürüyor. İçeri gittiğimizde gerçekten bir bey kızının oturduğunu farkediyoruz. Ancak hasta ve biraz da yaşı gereği ihmal edildiğini söylüyor ve Zerrin hanıma “Bugüne kadar neredeydin. Niye hiç gelmedin” diye sitem ediyor. Zahide geçmiş ile ilgili bir şey anlatmıyor. “Her şey yüreğimde” diyor, “Her şey yüreğimde, ben öldükten sonra her şey yüreğimden çıkacak” diyor. Nasıl evlendikleri ile ilgili olarak da şunları anlatıyor: “Kocam Bayram Jandarma Gedikli üstçavuşuydu. Aydınlı’ydı. Beni aldıktan 1 yıl sonra Kars’a gittik. Sonra Edirne, Maraş... Çok yer gezdik. Kocam bana gül atmadı ki, dikeni batsın. Şimdikiler öyle değil. Toplama su ile değirmen döndürüyorlar.” Dersim İsyanı’nı hayal meyal hatırladığını, o zamanlar çok kan döküldüğünü söyleyen Zahide Güney dilini ise unutmadığını belirtiyor. Ancak konuşacak kimse olmadığı için, unutulan kelimelerin yerini yeni kelimelerin aldığını anlatıyor. Dersim’e bugüne kadar iki defa kızkardeşini görmek için gittini de belirten Zahide, orası için tek kelime kullanıyor: “Güzeldi.”
 -BİTTİ-


Kaynak: Radikal Gazetesi


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder