13 Aralık 2011 Salı

Zîlan soykırımı ya da Atatürk bebek katili miydi?



AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

Kürtçe „Geli“nin İngilizcesi, „kanyon“dur. Türkçe’de ise ismi-cismi, adı yoktur. Kelimelerinin yüzde 70’i başka dillerden derleme olan Türkçe’de, pınar arkları, su sızıntıları da, Kürtlerin „çem“ dedikleri küçük nehirler, „mesil“ diye adlandırılan uzunlamasına çukurlar, Geli’nin küçüğü „Newal“ler, Zeliyê Zîlan gibi kayonlar da „dere“dir.

Türklerin „dere“ dedikleri Zeliyê Zîlan’ın bir ucu Ağrı’nın Doğu Beyazıt’ında (Bazîd), öteki ucu Van’ın Erciş’indedir.  Yamaçları, yer yer Amed kalesinin surları kadar dik, geçitsiz kayalık, sarptır. Bazı dolambaçlarının derinliği de dünyanın merkezine iniyor hissini veren Geli’nin ikiye ayırdığı sonsuz topraklar, sayısız köye yayla, tarım alanı, otlaktır.
Fethullah Gülen, gözlerini deli fıldırmasıyla döndürüp, „köklerini kurutun“ diye bağırıyor ya, Atatürk’ün başkomutasındaki Türk orduları, 1930’da bu topraklarda kök kurutmayı denedi. İnsanlık utancını övünme yapan Türk şairin, „düşman kanıyla palamızın pasını sildik“ satırlarına uygun düşen hamlelerle soykırım yapıldı. Türk ordusu, savunmasız kadın, çocuk, doğmamış bebeklerle „savaşta, şanlı zaferler kazanmış„ gösterilip, kutsandı.
Öylesine kesin bir zaferdi ki, Atatürk’ün „mahdumlari“ (evlatları) bu gün hala Kürdistan dağlarını bombalıyor, Kürt avında ele geçenler için yeni toplama kampları inşa ediliyordu. Dersim soykırımı orta yere serilip,“katil ayağa kalk“ denlince de, kimi mahdumlar, televizyon ekranlarında ağlamaklı bir yüzle, „atamıza bebek, kadın katili diyorlar“ diyor ve bilim ile adalet adına meselenin tarihçilere havale edilmesini öneriyorlardı.
Soykırımlar adliyeye mı, tarihçilere mı havale edilmeli ayrı mesele, Dersim’in başlangıcı Zîlan’a dönelim:
Atatürk rejimi, Şeyh Said’in ele geçirilmesinden sonra, „kimsenin kılına dokunulmayacak“ sözü vermiş, ona kanan Kürtler cepteki çakıya varana kadar silah adına ne varsa hepsini teslim etmiş, ama Şeyh’in idamından sonra „söz“ uçmuş, kırım başlamıştı. Ölüm tarlalarını gören Kürt önderler, Ağrı Dağını üs seçip örgütlenmiş, 1930 yılında İhsan Nuri Paşa liderliğinde direnişe geçmişlerdi.
Ermeni yazar Garo Sasoni, Mellê Mustafa Barzani’nin de yardıma gelmesiyle çatışmaların Hakkari, Van, Erciş, Iğdır, Ağrı, Malazgirt’e yayıldığını Türklerin büyük kayıplar verdiğini anlatıyor, devam ediyor:
„Türkler, temel güçlerini Zîlan ve Erciş bölgelerinde topladılar. Kürtler, 7 uçağını düşürdüler. Binlerce kurban verdirttiler. Cephaneleri tükenince, Ağrı Dağına çekildiler. Türkler, öçlerini silahsız, sivil Kürtlerden aldılar. 5 bin kadar kadın, çocuk ve ihtiyarı katlettiler. 200 kadar köyü talandan sonra yaktılar. Yüzlerce Kürdü toplayıp, Van gölüne döktüler. Türkler yine de zordayken, Moskova (günün Stalin yönetimi), yardıma koştu. Kızıl Ordu Aras nehrini geçip cephe açtı. Moskova, İran’ı da Türklerle işbirliğine zorladı.“
Üçlü ittifakın saldırsıyla, Ağrı direnişi kırılıyor, intikamdan korkan sivil, silahsız, savunmasız Kürtler, kurtuluş umuduyla köylerini terk edip, Türk ordusunun ulaşamayacağını sandıkları dağlara, Geliyê Zîlan’a sığınıyorlardı. Ama kaçış, zalimden kurtuluş değildi.
Genelkurmay Başkanlığının, 3 Ağustos 1930’da yayımladığı „…halka ayaklananların mutlaka cezalandırılacağı kanısını vermek için köylerin ve yayladaki aşiretlerin tespiti ile bunların hava kuvvetleri ile bombardıman ettirilmesi gerekir” emir üzerine, 60 bin kişilik ordu yerden, 100 uçak da havadan  taarruza geçiyor, köyler insanı, tavuğu, keçisiyle havaya uçuruluyordu. Genelkurmay Başkanlığı bu taarruzlardan birinin sonucunu, „Kaymaz, Haçan, Kelasor, Çilli ve Osmanlı köyleri havadan bombalanmış; Patnos bölgesinde köyler bomba ve makineli tüfek ateşi altına alınmış” diye açıklıyordu.
Çocuk, doğmamış bebek ayırımı yok, topyekün Kürt soykırımı vardı. Trabzonlu Dursun Çakıroğlu, karadan kırıma geçen birliklerden birinde çavuştu. Yıllar sonra onu, „Kürt İsyanları” kitabımın araştırması sırasında, Ankara’da, Söğütözü gecekondularında buldum. 85 yaşındaydı. Çevrede Laz Hoca diyorlardı, ona.
Laz Hoca, Türk ordusunun bir „zaferini” şöyle anlatıyordu:
„Komutanımız Deli Kemal Paşa’ydı. Geceden sardık yaylayı. 100 kadar çadır vardı. Sabah kahvaltıdan sonra, bizi karşılarında görünce kadın, çocuk kaçışmaya başladı. Deli Kemal, „ateş serbest” dedi. Verdik kurşunu. Dört saat taradık. Hiç karşılık veren çıkmadı. Çok kanlı oldu. Çocuk, bebek, hiç kurtulan olmadı. Saymadık, ama sonradan 600 kişinin öldürüldüğünü söylediler.”
Rejimin yarı resmi yayın organı Cumhuriyet gazetesi, 16 Temmuz 1930 tarihinde, Türk ordusunun silahsız kadın, çocuk ve ihtiyarlara karşı kazandığı zaferin bilançosunu şöyle açıklıyordu:
„Ağrı eteklerinde eşkıyaya katılan köyler yakılarak, ahalisi Erciş’e sevk ve orda iskan olunmuştur. Zîlan harekatında imha edilen eşkıya miktarı, 15 binden fazladır. Buradaki harp, pek müthiş bir tarzda cereyan etmiştir. Zîlan Deresi, lebalep cesetlerle dolmuştur.“
Dersim Zîlan’ın, bu gün de, dünün devamıdır. Dünün soykırım cellatlarını, emir almış tetikçileri kimse hatırlamıyor. Atatürk ise sorgulanıyor. Atatürk’ün mirasçısı Recep Tayyip ise, Dersim hatırlatıldığında, parlamentoda kuzu postu içinde, „onlar kanlı, ben temizim“ demeye getiriyordu.
Ama, o kadar kolay ve kestirmeci değildir. Her şey sırayla ve bu günün yarını da vardır. Vicdanların adaleti, yarın mezar taşına değil, yüzüne karşı „suçlu ayağa kalk! Kürtlerin katledilmiş hakları nerede?“ dediğinde, bakalım, „katil değilim“ savunması işe yaracak mı?




YENİ ÖZGÜR POLİTİKA 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder