10 Nisan 2012 Salı

TARIK ZİYA EKİNCİ'DEN: 27 Mayıs ve Kürtler

CHP'liler ve kimi sol çevreler Türkiye'ye demokrasi getirdiği savıyla 27 Mayıs'a ve onun anayasasına yıllarca övgüler düzdüler. Oysa, 27 Mayıs Anayasası demokratik nitelikte kimi biçimsel yeniliklerine karşın özünde militarist bir rejim inşa etmişti.

27 Mayıs Askeri Darbesi Türkiye'nin Batısında ve Doğusunda farklı  şekilde karşılandı. Batı'da Demokrat Partililerin (DP) suskunluğuna karşın, CHP'nin öncülüğünde ve kimi aydınların desteklediği bir bayram havası içinde karşılandı.
Oysa Doğu'da yıllarca devlet-ordu baskısını yaşayan halkın tümü 27 Mayıs Darbesi'ni korku ve endişeyle karşıladı. Kürtlerin 27 Mayıs'ta yaşadıkları korkulu günleri ve darbe sürecinde atlattıkları tehlikeleri anlayabilmek için Cumhuriyetin ilk yıllarına ve tek parti döneminin uygulamalarına kısaca değinmek gerekir.
Mustafa Kemal'in iğvasına kapılan Kürt feodalleri Kurtuluştan sonra özerk konumlarının devam edeceğine inanmışlardı. Oysa Saltanatın ilgası, Cumhuriyetin kurulması, Hilafetin kaldırılması, medreselerin yerine devlet okullarının ikamesi Kürt feodalleri için özerkliğin sonu olmuştu. Feodaller bu akıbetin farkına varıp direnişe geçince öncülük ettikleri köylü yığınlarıyla birlikte ağır bedeller ödediler.
Cumhuriyetin ilanını takiben ilk olarak 1925'te Şeyh Sait Ayaklanması, 1926'da Ağrı Direnişi ve 1937-38'de Dersim Tedip ve Tenkil Olayları yaşandı. Başkaldırılar, yakmalar, yıkmalar, yerinde infazlar ve yığınsal sürgünlerle ağır şekilde bastırıldı.
Örneğin, yüz civarında uçağın ve 100 bine yakın askerin katıldığı Ağrı Direniş sürecinde yalnız Zilan Deresi'nde iki bin cesedin üst üste yığılı olduğu o günü yaşayanların naklettiği acılı bir manzaradır.
Tek parti döneminde Şark Islahat Planı, Takriri Sükun Kanunu ve Mecburi İskan Kanunu gibi yasal önlemler alınarak ordu korkusuna dayanan yoğun bir devlet terörü estirildi. Bölgede 1950'ye kadar devam eden bir mezar sessizliği hakim oldu. Fırat'ın doğusu yasak bölge ilan edildi. Eski Başbakanlardan Ferit Melen o yılları şu sözlerle tanımlıyor:
"...Devletin söylenmeyen politikası (Kürtler) 'zenginleşmesinler, okumasınlar' şeklindeydi. Örneğin, yüksek rütbelere pek çıkmazlar, devlet dairelerinde belli bir düzeyin üstüne katiyen ulaşamazlardı. (...) 1950'lere kadar büyük bir baskı dönemi yaşandı. Jandarma kimseye gözünü açtırmazdı. Onların her şeyi jandarma onbaşısıydı. Zaten Güneydoğu Anadolu 'memnu bölge' durumuna getirilmişti. Kimseler gitmez, kimseler geçmezdi."1
27 Mayıs askeri darbesine karşı Kürtlerin ilk tepkileri

27 Mayıs günü, 25 yıl boyunca büyük acılar çeken Kürtler, tek parti döneminin sürgün ve baskı politikalarının geri geleceği endişesine kapıldılar. 27 Mayıs Hareketi Kürtler tarafından büyük korku ve panik içinde karşılandı. Çünkü, halk askeri darbelerin söylenmeyen gerekçesinin Kürt sorunu olduğunu biliyordu.
Türkiye'de ne zaman bir askeri darbe olsa ya da sıkıyönetim ilan edilse okkanın altına giden hep Kürtler olmuştur. Nitekim, darbeyi izleyen aylarda oluşturulan Milli Birlik Komitesi'nin (MBK) Kürtleri hedef alan uygulamaları, aldığı kararlar ve Kürtler için öngördüğü önlemler bölgede yaşanan korku ve tedirginliğin haklı nedenlere dayandığını açıklıkla ortaya koyuyordu.
Milli Birlik Komitesi'nin (MBK) attığı ilk adımda Kürt düşmanlığı ortaya çıkmıştı. Nitekim, 27 Mayısçılar demokrasi dışına çıktığı söylenen DP'yi tasfiye etmek ve demokrasiyi inşa etmek için darbe yaptıklarını öne sürmüşlerdi. Darbeden hemen sonra siyasi tutukluların tümünü serbest bırakarak bir iyi niyet gösterisinde bulundular. Buna karşılık Menderes hükümetinin Kürtçülük komplosuyla tutukladığı 49 Kürt öğrenci ve aydınları tahliye edilmedi. Harbiye tabutluklarında işkence altında acılı yaşamlarını sürdürdüler.
27 Mayıs darbecileri, her kargaşada olduğu gibi darbenin söylenmeyen gerekçesi olarak Kürtçülük tehlikesinin varlığını düşünüyorlardı. Nitekim, MBK'nın yaptığı ilk icraatlardan biri, Kürtçülük yaptıkları iddiasıyla 550 Kürt ağa ve aydınını hiçbir gerekçe göstermeden ve mahkeme kararı olmadan Sivas'ta bir kampta enterne etmek oldu. 
Bu uygulamanın hiçbir zaman kanıtlanmayan resmi gerekçesi, yakalananların 27 Mayıs Hareketi'ne karşı örgütlü bir ayaklanma başlatacakları iddiasıydı. Nitekim, herhangi bir soruşturma ya da yargılama yapılmadan bunlardan 495'i altı ay sonra serbest bırakıldı.
Kalan 55 kişi de MBK'nın çıkardığı bir kanunla Kürtçülük suçlamasıyla Batı illerine sürüldü. Anılan sürgün yasası ancak dört yıl sonra 1964'te Üçüncü İnönü Hükümeti döneminde koalisyon ortağı Yeni Türkiye Partisi'nin (YTP) dayatmasıyla kaldırılabildi.
27 Mayısçılar ayrıca, Kürtleri asimile etmek için ret ve inkar politikasını benimsediler. Başta Devlet Başkanı Cemal Gürsel olmak üzere MBK üyeleri Doğu illerinde sık sık geziler yapıyor ve halka hitap ederken "sizler öz ve öz Türksünüz, Kürtlüğü kabul etmeyin, reddedin! Size Kürt diyenlerin yüzüne tükürün" tarzında açıklamalar yapıyorlardı.
Ülkü Kültür Birliği -bir faşist örgütlenme girişimi

27 Mayıs Askeri Darbesi'nin Kürtleri ve demokratik rejimi hedef alan ama uygulanması son anda engellenen en önemli girişimlerinden birisi Ülkü Kültür Birliği projesiydi.
MBK üyeleri arasında bir düşünce birliği mevcut değildi. Komitede dışarıdan desteklenen farklı siyasal eğilimde iki grup vardı. Bu gruplardan biri seçim yanlısı >Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) etkisi altındaydı. Biran evvel demokrasiye geçmeyi istiyorlardı. Bunlar 'Demokrasi Grubu' olarak anılıyordu. Diğeri de başını Alparslan Türkeş'in çektiği 'Milliyetçiler Grubu' idi. Bunların da üniversitelerde ve basında yandaşları vardı. Keza bunlar, ülkede uzun yıllar kalacak köklü reformlar yapılmadan seçimlere gedilmesini ve iktidarın seçimle gelecek siyasi partilere bırakılmasını istemiyorlardı.
Milliyetçiler Grubu bakanlık yetkilerine sahip bir 'Ülkü Kültür Birliği Genel Müdürlüğü' kurmak istiyordu. Amaçları, Alparslan Türkeş'in hazırladığı Ülkü Kültür Birliği programını komiteden geçirip kanunlaştırmaktı.
Projeye göre, Ülkü Kültür Birliği Genel Müdürlüğü'nün yönetilmesi için sivil yargı, Genelkurmay, askeri yargı ve rektörlerden oluşan bir komitenin saptayacağı üç aday Cumhurbaşkanına sunulacak ve bunlardan biri Genel Sekreter olarak atanacaktı.
Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü, Basın Yayın Genel Müdürlüğü ile Devlet Radyosu Genel Müdürlüğü vb., kurumlar bu Genel Sekreterliğin çatısı altında toplanacaktı. Korporatif bir yapılanma olan Ülkü Kültür Birliği Genel Müdürlüğü orduyla irtibatlı bir örgütlenme olacaktı.
Birliğin söylenmeyen temel politikası, ülkede faşist ideolojiyi egemen kılmak ve Kürtleri topyekun asimile etmek ya da Kürt sorununu uygun bir yöntemle köktenci biçimde çözmekti. Bu örgütün resmi belgedeki amaçları ve eylem planı şöyleydi: 
Birlik, zararlı ideolojiler, yurtdışındaki Türkler, köylüler, işçiler, ordu vb. 11 alan/kesimle ilgili daireler şeklinde örgütlenecek ve etkinlik gösterecektir.
Birlik, ulusun kültürünü arttıracak, ilerici ve medeni bir Türk ulusu oluşturacak şekilde bütün enerjisiyle belli meseleler üzerinde çalışmayı görev olarak benimseyecek. ("Belli meseleler üzerinde çalışma" ifadesi, Türkiye'de Türkçülüğü ve faşist düşünceyi egemen kılmak, Kürt sorununu ortadan kaldırmak ve her türlü ilerici düşünceyi yasaklama biçiminde okunmalıdır. TZE)
Ulusu tembellikten, gerilikten kurtarmak, baskı ve müdahalelerden uzak gerekli bütün tedbirleri almak olacaktır. (Bunu da, zorunlu çalışma yönteminin kullanılacağı biçiminde anlamak gerekir.TZE)
O dönemde CHP Diyarbakır İl Yönetim Kurulu Sekreteri olarak aktif siyaset yapıyordum. Arkadaşlarımla birlikte basına yansıyan bu girişimden büyük rahatsızlık duymaya başladık.
Ülkü Kültür Birliği programıyla Kürtler üzerinde baskı kurulacağından ve asimilasyoncu bir terör politikası uygulanacağından endişe ediyorduk. Bu örgütlenmeyle faşist bir diktatörlüğün ön hazırlığı yapıldığı inancındaydık. Birliğin amaçları, CHP Diyarbakır İl Örgütü'nün endişelerini haklı çıkaracak nitelikteydi.
İl Başkanımıza konunun İl Yönetim Kurulu'nda görüşülmesini ve endişelerimizi belirtecek bir kararın Genel Merkez'e iletilmesini önerdim. Endişelerimizi belirten karar metni merkeze iletildikten kısa bir süre sonra CHP Genel Merkez'i projeye karşı tepki vermeye başladı.
CHP'de de, Ülkü Kültür Birliği projesinin yaşama geçirilmesiyle seçimlerin geciktirileceği ve MBK'nın faşist bir diktatörlüğe dönüşeceği endişesi açıkça egemen olmuştu. İnönü'nün önerisiyle Ulus Gazetesi'nde Ülkü Kültür Birliği aleyhine bir kampanya başlatıldı.
CHP'ye yakın üniversite gençliği ve aydınlar da tepkilerini ortaya koydular. Özellikle CHP'nin açık tavır alması ve kamuoyunda yaygınlaşan tepkiler karşısında tasarının komitede ele alınmasından vazgeçildi. Böylece, Türkiye büyük bir badireden kurtulmuş oldu.  
14'lerin tasfiyesi ve faşizm tehlikesinin önlenmesi

Ülkü Kültür Birliği girişimi ve buna karşı gösterilen tepkiler MBK'daki görüş ayrılıklarını aleniyete çıkardı. Artık herkes MBK'nın ortak bir politikaya sahip olmadığını ve varolan gruplar arasında sürekli bir tartışma olduğunu öğrenmişti.
Devlet Başkanı Gürsel, "gruplar arasındaki tartışmalar toplantılarımızı bir savaş alanına dönüştürmüştü. Bir sorunu tartışarak karar almak imkansız hale gelmişti. Yeni bir düzenleme şarttı" diyerek komitedeki görüş ayrılıklarını sonradan ortaya koydu.
Komitedeki çalkantıları yakından izleyen CHP yöneticileri seçimlerin yapılmayacağı endişesindeydi. Duruma müdahale ederek seçimlerin biran evvel yapılması girişimini başlattı. Bunun için İnönü, demokrasiden yana olan komite üyelerini eski milletvekilleri, tanınmış gazeteciler ve bürokratlar aracılığıyla sürekli telkin altında tutarak biran evvel seçime gitmelerini sağlamaya çalıştı.
Çalışmalar etkili oldu. Önce, Devlet Başkanı Gürsel, komitede etkin bir konumda bulunan Alparslan Türkeş'in Başbakanlık Müsteşarlığı'ndan ayrılmasını sağladı. Bu karara meşruiyet sağlamak için komite üyeliği yanında ikinci görevleri olan diğer üyeler de ek görevlerini bırakmak zorunda kaldılar.
Çatışma halindeki bu iki gruptan birinin diğerini tasfiye etmesi kaçınılmazdı. Başka türlü MBK'nın görev yapması, karar alması ve toplumu selamete çıkarması mümkün değildi. Bu çatışmada elini çabuk tutan grup başarı sağlayacaktı. Nihayet, Gürsel'in başkanlığındaki çoğunluk grubu, büyük bir ihtimalle İnönü'nün de bilgisi tahtında, 14'ler diye adlandırılan Türkeş'in başkanlığındaki radikal grubu gafil avlayarak 13 Kasım 1960 sabahı erkenden toplayarak etkisiz hale getirdi.
Bunların MBK'daki görevlerine son verildi ve her biri ayrı bir ülkeye gönderilerek pasifize edildi. Ülkeye dönmeleri yasaklandı. Gönderildikleri yabancı ülkelerdeki elçiliklerde müşavir konumunda oldukları için memur statüsüne sahiptiler. Maaşlı sürgün muamelesi görüyorlardı.
Yeni anayasanın kabul edilmesi, siyasi partilerin kurulması ve 1961 seçimlerinin yapılmasından sonraki 1963 tarihli koalisyon hükümeti döneminde sürgün yaşamları sona erdi. Ülkeye dönen eski MBK üyeleri arasında bir bağlantı kalmamıştı. Bir bölümü Alparslan Türkeş'in Genel Başkanlığı'na seçildiği Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne (CKMP) katıldılar. Diğerleri de çoğunluğu CHP'de olmak üzere başka partilerde aktif siyasete girdiler.
MBK'nın "Kürt Raporu"

27 Mayıs Darbesi'yle birlikte korku ve tedirginlik içine giren Kürt halkı arasında, İttihat-Terakki'nin sürgün kararnamesi, Cumhuriyet döneminin Şark Islahat Planı ya da Mecburi İskan Kanunu'na benzer yeni bir mevzuat çerçevesinde toplu sürgünler yapılacağı söylentileri yaygındı.
Nitekim, uzun yıllar sonra Ecevit'in özel belgeleri üzerinde çalışmalar yapan gazeteciler Can Dündar ve Rıdvan Akar tarafından bulunarak kamuoyuna açıklanan bir rapor bu endişeyi doğruluyordu. Bulunan belgeden anlaşıldığına göre MBK tarafından Devlet Planlama Teşkilatı içinde, uzmanlardan oluşan ayrı bir 'DOĞU GRUBU' kurulmuştu.
Bu grup Kürtlerin nasıl asimile edileceğine ilişkin yol ve yöntemleri gösteren bir rapor hazırlamış ve kanunlaşması için MBK'ya göndermişti. Ancak, seçimler yaklaştığından raporun kanunlaşması için zaman kalmamıştı. Uygulanması bütçe olanaklarını zorlayan ve süreklilik isteyen bu planın seçimlerden sonra kurulacak hükümete bırakılması uygun görülmüş ve I. İnönü Hükümeti'ne havale edilmiştir.
 Doğu Grubu'nun hazırladığı Kürt raporu büyük ölçüde Şark Islahat Planı ile Mecburi İskan Kanunu'nun hükümlerini içermektedir. MBK'nın Kürtleri asimile etmek için hazırlattığı rapor, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında aynı amaçlı hazırlanan mevzuatın 1960 dönemi koşullarına uyarlanan bir versiyonu niteliğindedir. Raporun kapsadığı hükümler şöyledir: 
Bölgenin kendisini Kürt sananların nüfus strüktürü Türkler lehine değiştirilecek,
Bunun için Karadeniz sahilindeki fazla nüfusla, yurtdışından gelen Türkler bu bölgeye yerleştirilecek,
Bölgede kendilerini Kürt sananlar bölge dışına göç ettirilecek (sürgün edilecek TZE),
Göç ettirilenler Türk çoğunluğun bulunduğu yerlere yerleştirilecek,
Kendilerini Kürt sananların kamusal alanda, çarşıda, pazarda ve topluluklar içinde kendi dillerinde konuşmaları yasaklanacak,
Türkiye'de kendilerini Kürt sananlar ile İran ve Irak'taki Kürtlerin irtibatını kesmek için bölge iskan sahalarına ayrılacak (eski Umumi Müfettişlikler benzeri uygulama amaçlanıyor TZE),
Bölge okulları, köy okulları ve meslek okulları aracılığıyla kız ve erkek misyonerler yetiştirilecek,
Dünya entelektüel muhitine Türkiye'de bir Kürt meselesi olmadığı anlatılacak,
Bir üniversiteye bağlı Türkoloji Enstitüsü kurulacak ve kendilerini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğu ispatlanarak yayınlanacak,
İslam Ansiklopedisi'ndeki Kürt maddesi tashih edilerek Kürtlerin dağlı Türkler olduğu yazılacak,
Bölge halkından kabiliyetli ve küçükken asimle edilen gençlere yüksek tahsil imkanı sağlanacak,
Kürtlere ırk bakımından Türk siyasal düzeninin en elverişli, en emin, en çok imkan sağlayan bir düzen olduğunu telkin eden (radyo vb., araçlarla) yayınlar yapılacak,
Doğuya atanan memurların 6 seneden fazla aynı görevde kalmaları önlenecek (asimle olma ihtimalleri düşünülmüş olmalı TZE),
14'lerin tasfiye edilmesi ve askeri yönetimin sürekli ya da uzun vadeli bir yönetime dönüştürülememiş olması başta Kürtler olmak üzere tüm Türkiye için bir şanstı. Aksi halde, Türkiye'de 'Ülkü Kültür Birliği' ve Kürtlerin radikal önlemlerle asimile edilmesi projeleri uygulanacak ve ülkede kalıcı bir faşist yönetim kurulacaktı.
CHP'nin müdahalesi ya da MBK'daki görüş ayrılığından kaynaklanan nedenlerle komitenin bölünmesi ve biran evvel seçimlerin yapılması Türkiye'nin kalıcı bir faşizmden kurtulması açısından yararlı olmuştur.
27 Mayıs ve İhbarcılık

27 Mayıs sürecinde bölgede kapitalizmin başat üretim biçimi olmasına karşın, feodal değer yargıları devam etmekteydi. Rekabet içindeki toprak ağaları ekonomik güçlerini siyasal güçle takviye etmek amacıyla karşılıklı olarak DP ve CHP'de örgütlenmişlerdi.
DP'nin iktidar yıllarında DP'li ağalar CHP yandaşlarına baskı yapıyor ve devlet olanaklarından yararlanmalarını engelliyorlardı. 27 Mayıs'ta ise bu kez CHP'liler kapatılan DP mensuplarından intikam almak için ihbarcılığa giriştiler.
Hasımlarını müfrit DP'li ya da MBK'ya karşı ayaklanma hazırlığı içinde olmakla suçlayarak şikayet ediyorlardı. Sivas'ta enterne edilen 550 Kürt'ün bir bölümünün bu ihbarlara dayanarak gözaltına alındıkları söylentileri yaygındı. Diyarbakır'da da bu eğilimde olan CHP sempatizanları vardı. Bunu sezinleyerek ilk günden itibaren önlem almanın gerekli olduğuna inandık.
27 Mayıs'ta radyodan askeri darbenin yapıldığını öğrendiğim anda CHP İl Yönetim Kurulu'nu acil olarak toplantıya çağırdım. Her türlü ihbarın karşısında olduğumuzu karara bağladık. Bu karar doğrultusunda önlem almak için ilçe örgütlerimizi yazılı olarak uyardık.
Ayrıca, İl Başkanımızın Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Danyal Yurdatapan'la görüşerek bölgenin özelliğini anlatması ve yapılacak ihbarlara itibar edilmemesini hatırlatması da saptadığımız önlemler arasındaydı. İl Başkanımız bu görevi yerine getirdi.
Böylece Diyarbakır'da muhtemel ihbarların önüne geçebildik. Buna karşın MBK'ya resmen yapılan kimi ihbarlar sonunda müfrit DP'li oldukları gerekçesiyle Diyarbakır'da sadece 3 kişi yakalanarak Sivas'ta 6 ay kampta tutuldu. Sonradan suçsuz bulunarak serbest bırakıldılar.
27 Mayıs Anayasası ve Demokrasi

Başta CHP'liler olmak üzere kimi sol çevreler Türkiye'ye demokrasi getirdiği savıyla 27 Mayıs rejimine ve onun anayasasına yıllarca övgüler düzdüler. Oysa, 27 Mayıs Anayasası demokratik nitelikte kimi biçimsel yenilikler getirmiş olmakla birlikte özünde militarist bir rejim inşa etmişti.
Türkiye'de birbirini izleyen askeri darbelere hukuksal zemin hazırlamıştı. Bu anayasanın oluşturduğu Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve bu kurulun genel sekreterliği orduyu rejime yön veren en üst devlet organı haline getirmiştir.
 Keza bu anayasa daha önce Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı olan Genelkurmay Başkanını sadece Başbakana karşı sorumlu olan, ama ona bağlı olmayan, özerk bir konuma getirmiştir. Böylece ordunun ve Genelkurmay başkanlarının sivil hükümetlerin her türlü tasarrufuna müdahale etmelerine ve yön vermelerine hukuksal zemini hazırlanmıştır.
27 Mayıs Anayasası'nın temellerini kurduğu bugünkü askeri vesayet rejimi Türkiye'de çağdaş anlamda ileri bir demokrasinin kurulup işletilmesine ve Kürt sorununun çözümüne engel oluşturduğu 50 yıllık uygulamayla ortaya çıkmıştır. Artık, 27 Mayıs Anayasası'nın çağdaş, ilerici ve demokratik nitelikli bir anayasa olduğu iddiası geçerliliğini tümden yitirmiştir.
Türkiye'nin demokratikleşmesi bağlamında 1961 Anayasası'nın en uygun belge olduğu savını öne sürenlerin ciddiye alınması mümkün değildir. Bugünkü  nesnel koşullarda Türkiye'nin demokratikleşmesi için geçerli olan bir anayasa eşit haklı vatandaşlığı temel alan, çoğulcu, katılımcı, antimilitarist, hukukun üstünlüğüne bağlı  ve yerinden yönetim ilkesini benimseyen bir anayasa olmalıdır. (TZE/EK)
* Yazı, Tarık Ziya Ekinci'nin Heinrich Böll Stıftung Derneği Türkiye Temsilciliği, Habervesaire ve Helsinki Yurttaşlar Derneği'nce 27 Mayıs Darbesinin 50. Yıldönümü ve Türkiye Siyasetine Etkileri" sempozyumunun ikinci günü “Kurumlar ve Kimlikler” adlı panelde yaptığı konuşmanın metnidir. 

Kaynak: http://bianet.org/bianet/siyaset/122210-27-mayis-ve-kurtler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder